28 Ağustos 2020 Cuma

Devletler Dünyasında Soluk Alabilmek ve Anıl Ceren Altınkanat

 

 
 Yirmi birinci yüzyılın ilk yirmi yılının beklenmedik acı gelişmelerine eklenen korona travmasının ve krizinin ulaştığı boyutları görünce, devlet aklı kavramı üzerinde bir kez daha düşündüm.

Herkes olmasa bile dünyada neler olup bittiğini en azından görmek isterse görebilme ayrıcalığına sahip olanlar (diyelim ki yaşayanların yüzde yirmisi) gibi ben de çok korktum. Bu korona bildiğim hiçbir düşmana benzemiyordu. Hiçbir neden olmadan sürekli öldüren seri katilleri andırıyordu.  Onu tanımamak korkumu daha da artırıyordu. Bu yüzden, neler olup bittiğini anlamaya, virüsler hakkındaki bilgilerimi tazelemeye ve geliştirmeye çalıştım. Işık hızında iletişim kurduğumuz bu yeni cağda kolay bir iş olmalıydı bu ve gerçekten de böyle oldu. Korona virüs çok etkili ve hızla yayılan bir virüstü ama sonuçta sıradan bir mikroptu. Dünyanın tüm kaynaklarını ele geçirip her şeyi hızla tüketmek isteyen tuhaf yaratıklar gibi gizli gündemleri yoktu. Kötü olan iki özelliği vardı. Normalde virüsler ölümcül sonuçlara bu kadar hızla yol açamazken korona insanların ciğerlerine inerek soluklarını kesiyordu. Üstelik birine ulaştığında hiçbir belirti vermeden uzun süre onunla birlikte her yere gidebiliyordu. Bu yüzden çok bulaşıcıydı. Geometrik artışın ölümcül bir örneği olmuştu. Yine de böylesine hızlı yayılmasının ve küresel bir salgına dönüşmesinin temel nedeni, bazılarının çok övündüğü bazılarının yerin dibine batırdığı yeni dünya düzeni olmalıydı. Dünya "Çıkar dünyanın öbür ucunda olsa bile gidin" diyen bir sistemle yönetiliyordu. Kararlarını düşünerek veriyor ve uyguluyor olsa  koronanın bu sistemin özelliklerini çok iyi bildiği ve kullandığı söylenebilirdi. Oysa koronanin boyle hızla yayilabilmesinin asıl nedeni, eski alışkanlıkların bir türlü terk edilememesi, çıkar hırslarının bastırılamamasi, bencilliklerin kontrol edilememesiydi. Dünya kendini bir anda modern çağın en büyük sınavında bulmuş ve sınıfta kalmıştı. Şaşırtıcı olan, görebilen ve bilebilenlerin arasında olması ve onların düşüncelerinden yararlanarak karar vermesi gereken yöneticilerin sanki hiçbir şey bilmiyormuş ve ölümcül bir tehlike yokmuş gibi eski alışkanlıklarını sürdürerek davranabilmesiydi. Akıl, insanın görebilme ve bildiklerini kullanarak doğru sonuçlara ulaşabilme gücüdür. Budalalık ise  durumu anlamadan karşısına çıkan ve  çıkarlarına uygun olan ilk yola sapmaktir. Eğer dünyada devlet aklı egemen olsaydı; bilim insanlarının ve uygulama çalışanlarının, sağlık koruyucularının ve yaşam üreticilerinin bilgileri ve düşünceleri dikkate alınır, bu zor dönemin en az zararla atlatılması ve yaşamın güvenle sürmesi için gerekli en doğru önlemler özenle araştırılır ve uygulanırdı. Koronanın kontrol altına alınamamış olması zor dönemlerin epey sürebileceğini, yönetenlerin karar almada ve uygulamada eski yöntemleri kullanmakta ısrar etmeleri de çok daha büyük güçlüklerin yaşanabileceğini gösteriyor. Bilgiyle kullanılan akıl, yapılan hataları görebilme ve değişen koşullara göre yeni yollar bulabilme gücü verir. Yalnızca kendini koruma içgüdüsüyle herkese ve her öneriye kapılarını kapatmış bir sisteminse, yalnızca budalalığından söz edilebilir.

Korona haksızlıkların ve sorunların virüs gibi çoğalıp yayıldığı küresel yeni dünya düzeni için belki de son uyarıdır. Tüm canlıların akılları, kendilerini ve türlerini koruyarak yaşamlarını sürdürmek için vardır. Büyümek ve güçlenmek yok olmayı engellemez. Yüz elli milyon yıl yaşayan dinazorların da sonu gelmiştir. Yaşamak için yaşam zincirini koruyarak yaşamak ve değişen koşullara göre değişebilmek gerekir. Ya devlet budalalığı kendini gerçek akla bırakmalıdır, ya da devlet yerini dünyayı bu yeni koşullarda yönetebilecek bir başka kuruma bırakmalıdır. Yaşamak ve dünyanın bir geleceği olmasını isteyenler için, başka çare yoktur.

....

Dünyada pek çok insanın hızla yayılan yeni bir hastalık nedeniyle zor soluk aldığı koşullarda, George Floyd öldürüldü.  Soluk alamıyoruz.

“Derdi Olan, derdi benimkilere yakın metinleri seviyorum” diyen Anıl Ceren Altunkanat, "Soluk alamıyoruz" başlıklı bir yazı yazdı. Onu böylece tanıdım.

Işık hızında iletişim kurabildiğimiz bu çağda bile "tanımak" sözcüğünün anlamı çok değişmedi. İnsanlar kendilerini ve başkalarını yeterince tanıyamıyorlar. Bu yüzden, bir insanı gerçekten tanıyabilmek belki de mümkün değil. Ama başkalarının düşüncelerini ve duygularını öğrenmeye ve onları anlamaya çalışmak mümkün. Anıl Ceren Altunkanat'ın ve dünyadaki milyarlarca insanın, "Soluk alamıyoruz" derken çektikleri acıyı, duydukları öfke ve çaresizliği anladığımı sanıyorum. Yine de günümüz dünyasında herkesin kendisini özgür ve mutlu hissedebileceği koşulların nasıl ve ne zaman sağlanabileceğini göremiyorum. İnsanların birbirlerine verecekleri küçük ışıklarla bir gün büyük aydınlıklar yaratabilmelerini umuyorum.

"Soluk alamıyoruz. Ama üzülemiyoruz da. Yeterince üzülemiyoruz. Hissedebiliyor musunuz bunu? Her kurbanla yaşamın değersizleştiğini. Parçalar ezildikçe bütünün çöktüğünü. Kirlendiğini. Üzülemiyoruz, korkuyoruz."

Bunları söyleyen Anıl Ceren Altunkanat'ın yazısında sözünü ettiği James Baldwin’in 1974’te yayımlanan romanı "Sokağın Dili Olsa", büyük işler çevrilirken yaşanan bir çöküşün öyküsünü, bir yüzünü, bir sokağını anlatıyormuş. Şimdilik, "bugün ya da yarın: güzel şeyler" nasıl olacak, pek göremiyorum ama "karanlığın içinde sevgiye" tutunmanın, Korona koşullarında bile birbirine sarılmanın yollarının mutlaka bulunması gerekiyor. Yaşam ve ışık, yeterince direnmeden ölüme ve karanlığa terk edilemeyecek kadar güzel.

Anıl Ceren Altunkanat, Soluk alamıyoruz, https://www.edebiyathaber.net/soluk-alamiyoruz-anil-ceren-altunkanat/
https://www.facebook.com/people/An%C4%B1l-Ceren-Altunkanat/100002220392101
https://tr.linkedin.com/in/an%C4%B1l-ceren-altunkanat-331b5536
https://twitter.com/bokkibal
https://www.instagram.com/anilcerenaltunkanat

Arzu Bahar, “Derdi Olan, Derdi Benimkilere Yakın Metinleri Seviyorum.”, Çevirmen Anıl Ceren Altunkanat ile Arzu Bahar Söyleşisi, 2 Aralık 2018, https://www.mevzuedebiyat.com/derdi-olan-derdi-benimkilere-yakin-metinleri-seviyorum/
 
 

13 Ağustos 2019 Salı

Sanat Dünyasının Yüzleri: Ahmet Zeki Yeşil

Sanat dünyasından gördüğüm ve hatırlayabildiğim ilk yüz, ben yaklaşık dört yaşındayken Kuşadası'nda bir yazlıkta olduğumuz sırada tanıştığım Karagöz'ün yüzü olabilir.

Karagöz olmalı, Hacivat değil, Hacivat daha eğitimli olduğu halde Karagöz önde gelen karakter olduğu için.

İkinci yüz hakkında emin değilim ama çocukluğumun yazlık sinemalarından birinde, İstanbul'da izlemiş olduğum filmlerden birinden geliyor olmalı mutlaka. İzlemiş olduğum ilk filmi Sarı Otomobil olarak hatırlıyorum ama o filmden bir yüzüm yok, filmin çok-öykülü yapısı yüzünden. Açıkça hatırladığım ilk yüz, ilkokul yıllarımda çok popüler olan Neşeli Günler'deki Julie Andrews'un yüzü olmalı. Arkadaşlarımın çoğu filmi birkaç kez izlemişti, filmin ünlü şarkısını sınıfta çok yüksek bir sesle söylemiş olduğumu hatırlıyorum. "DO, BİR GEYİK, BİR DİŞİ GEYİK!" Bir arkadaşın "Ne kadar yüksek bir sesle söylüyor, kıpkırmızı oldu!" dediğini hatırlıyorum.

Sanatın dünyalarından uzaktan görmüş olduğum, tanıdığım ve unuttuğum pek çok başka yüz olmuş olmalı. Ancak, görmenin ve tanımanın anlamı ışık hızında iletişimin yeni çağıyla birlikte dikkate değer biçimde değişti. Sosyal iletişim ortamlarında gerçekleşen ikinci doğuşumla başlayarak, uzaktan tanıdığım yüzlerle kolayca iletişim kurabilir oldum.

Ahmet Zeki Yeşil benim için yeni dünyanın en büyük iyi sürprizlerinden biri. Onu tanıyabilmiş olmanın yaşamın yeni anlamları için bir tanım olduğuna inanıyorum. İnsan olmak aynı olmak değil. Tümüyle aynı değerleri, inançları ve gerçekleri paylaşmak değil. Tüm alanlarda aynı bakış açılarına ve görüşlere sahip olmak değil. Evreni ve insanlığı paylaşmanın bir duygusu. Yaşamı anlamanın, karşılıklı güvenin, saygının ve sevginin bir duygusu. Karşılıklı duygularla ve eşit haklarla evrensel bir yaşamı paylaşmanın bir duygusu.

Ahmet Zeki'nin paylaştığı sözcükler ve görüntüler ve aramızdaki iletişim, mutlaka aynı düşünüyor olmasak bile hepimizin evreni benzer şekilde hissedebileceğimizi düşünmemi sağladı. Benim için evren, sınırlı zamanım ve uzayım içinde ulaşabileceğim ve anlayabileceğim her şeydir. Ahmet Zeki'den gelen yansımalar, Yüz Öyküleri'ndeki sınırlarımı çok genişletti. Yaşamda karşımıza çıkan her yüz, yeni zenginlikler getiriyor. Yakın ve özel yüzler, güzel yollar açıyor. Güç veriyor. Dost yüzlerle karşılaşıp tanışabilmek, büyük bir şans olmalı.

İki insanı birbirine en çok yaklaştıran nedir? Galiba en çok; yüreklerinin benzer sevinçlerle coşması, benzer acılarla yaralanması. Öylece gidiverince Dilek Doğan, yüreği tutuşmuş Ahmet Zeki Yeşil'in 26 Ekim 2015'te.

Gülüşünde şifa
Sesinde türküler
Öylece gidiyorsun
Yürekler tutuşuyor...

....

Ahmet Zeki Yeşil 3 Kasım 2015'te "13 Kasım'da raflarda olacak" diyerek "Senkronu Kaçmış Gülüşler" adındaki mizah kitabını duyurmuş.

....

Favori Yayınları'nda Ahmet Zeki Yeşil'in Senkronu Kaçmış Gülüşler'le birlikte Memleket-i Harika ve Erguvan Zamanı adlı kitapları da bulunuyor.

Senkronu Kaçmış Gülüşler
Havadar bir aklım ve kalbim var.
Üşüyorum, altımda bir ıslaklık…
Refah tabana yayılıyor galiba.
Hâliyle her şeyi komik tarafından alıyorum.
Aksi hâlde duygusal merhemler, sinir sistemimizi iyileştiremeyecek.
Ve yüzümüzde eğreti duracak senkronu kaçmış gülüşler.
Haydi, hep birlikte gazlanmadan gülelim.
Medya eğlendirecek, spor heyecanlandıracak.
Bize de güle oynaya yaşamak kalıyor.
Dikkat edelim, cari açığımız görünmesin… 

Memleket-i Harika, dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz. Gördüğüm en güzel diyar olup, burada hem şarkın hem de garbın özelliklerini görmek mümkündü. Yabancılar buranın havasına ve suyuna ve dahi göbek atan hatunlarına bayılmaktaydı. Turist hurilere 'fıstık, lokum' deyu adlar takılmakta ve dahi çok iyi muamele yapılmaktaydı. İş bu nedenle, bu diyara gelen turistler, memleketin ahlakını bozduğu gerekçesiyle defaten tecavüze uğradıklarından bir daha gelmemekteydi.

erguvan zamanı
Nisan belki de mizansendir
Belki de yoksun
Renkler masumdur
Zaman erguvan zamanı

Sen eskiden böyle değildin
Hukuk gibiydi dudakların.
Hayatın tazeliği gülüşlerinde
Öperdin sabahları
Korkardı karanlık.

Ahmet Zeki Yeşil'in özgeçmişi şöyle verilmiş:

Ahmet Zeki Yeşil; İzmir/Buca Eğitim Fakültesi/Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Yazmaya İzmir'de, öğrencilik yıllarında mizah öyküleri/yazılarıyla başladı. Ülkemizin çeşitli yörelerinde çalıştı. 90'lı yıllarda, yurtdışında bulunması nedeniyle bir süre yazmaya ara verdi. Halen Ankara'da yaşıyor. Mizah öyküleri/yazıları ve şiirleri dergilerde yayınlanmaktadır.

“Ve İzmir” isimli şiiri, İzmir Şiirleri Antolojisi-2010'nde yer aldı. “Hey Üniversiteli” Eğitim-Sen İstanbul 6'nolu Üniversiteler Şubesi ile Homur Mizah Grubu'nun, Şubat 2013'te düzenlediği “I. Altın Yumurta” yarışmasında Marş Güftesi dalında 2.lik ödülünün sahibi oldu.

Mizah bir tutku olarak devam ederken, ilk kitabı için şiirde karar kıldı.

http://www.ahmetzekiyesil.com/

http://www.volsitrit.com/

https://www.facebook.com/ahmetzeki.yesil/about

Kitaplar:
Erguvan Zamanı (Şiir)
Memleket-i Harika (Mizah)
Senkronu Kaçmış Gülüşler (Mizah)
Hunili Kral (Mizah)

....

Nasrettin Hoca yeni sürprizler getirmiş Ahmet Zeki Yeşil'in yaşamına. Bir ilkokul birinci sınıf öğrencisi, ağlayarak yeni bir Nasrettin Hoca öyküsü yazmış.

"NASRETTİN HOCA NEDEN ÖLDÜ?"
"Ağlayan çocukların yüzüne adı" bir gülümseme olmuş Ahmet Zeki Yeşil'in. "Nasrettin Hoca'nın torunlarının her yer olması gerek" diyordum ama bu kadar aramızda olduklarını bilmiyordum. Çocuklar oldukça, gülümseyen ve gülümseten çocukların sayısı artacak galiba. Nasrettin Hoca'nın torunları her yanı kaplayacak. Dünya gülecek.

Ahmet Zeki Yeşil, 4 Temmuz 2019'da bir TV çekiminden söz etmiş. Mizahını ve ağırlıklı olarak son kitabı NASRETTİN HOCA ARAMIZDA'yı anlattığını söylemiş.

....

Mizah yazarları kötü haberler de verebiliyorlar. Ahmet Zeki Yeşil 22 Mayıs 2019'da Yavuz Özkan'a veda etmiş: "İşçi sınıfının mücadelesini beyazperdeye başarıyla yansıtan usta yönetmen Yavuz Özkan aramızdan ayrıldı. Huzur içinde uyusun."

....

31 Mayıs 2018'de şöyle demiş Ahmet Zeki Yeşil:

"Almanya’da aylık olarak Türkçe/Almanca yayımlanan WELT HEIMAT Gazetesi'ndeyim. Kitabımın kapak karikatürü Berlin'de yaşayan karikatür sanatçısı Hayati Boyacıoğlu tarafından çizilmiştir."

....

İZMİR'DEN GÜLÜMSEYEN DOSTLAR
Ahmet Zeki Yeşil, 2000+X'i Kanguru Yayınevi standında görmüş, iki de fotoğraf göndermiş. Bunu paylaşın. "azy bana sürpriz yaptı" deyin, bence güzel olur" demiş. Gerçekten güzel bir sürpriz oldu. İzmir'den Aydın Şimşek ve Ahmet Zeki Yeşil'in gülümseyen dost yüzlerini görmek.

....





LUCKY VE DORA
21 Eylül 2012'de Nilgün Altan, "17 yıldır bizimle yaşayan sevgili Lucky'mizi <> kaybettik" demiş. Ahmet Zeki Yeşil, "Bu acıyı çok iyi bilirim" diyerek Dora'nın öyküsünü paylaşmış. Belki de ancak sözcükler ve görüntüler, sesler ve dokunuşlar, yaşananlar ve yaşanamayanlar hep birlikte uzaklaşarak geçmişte kalıp yalnızca anılara dönüştüğünde; yaşamın ne olduğunu gerçekten anlayabiliyoruz. Küçücük öykülerde büyük sırların saklı olduğunu görebiliyoruz.

17 Kasım 2018 Cumartesi

Bin Dokuz Yüz Altmış Sekiz ve Yasemin Pforr


1968

Devrilen Tren'i 1964'te yazdım, ilkokula başladıktan ve yazmayı öğrendikten kısa bir süre sonra. 1968'den dört yıl önceydi.


O ünlü yıldaki 1968 olaylarının farkında olduğumu hatırlamıyorum. Ben ve okuldaki arkadaşlarım uzay yarışıyla çok meşguldük. Aya kimin daha önce gideceğini merak ediyorduk. Amerikalılar mı, Sovyetler mi? Bu işi muhtemelen Sovyetler'in yapacağını, çünkü çabalarını gizlemek ve hedeflerine beklenmedik bir anda ulaşabilmek için sessiz kaldıklarını konuşup tartışıyorduk. Aya 1969'da Amerikalılar gitti.

Bin dokuz yüz seksenlerde bir yıllık almış olmasam, sanırım ellinci yılında 1968'le ilgili birkaç sözcük yazmayı düşünmezdim. Zafer Pasajı kitapçılarına yakın bir kaldırımın üzerinde satılmakta olan ikinci el kitapların arasındaydı. Kitabı satın almam için beni yönlendiren tetikleyicinin ne olduğunu bilmiyorum, fotoğraflı olarak verdiği tarihsel bilgi muhtemelen onu benim için ilginç yapmış olmalı. 2018 yılına kadar kitabın sayfalarına başından sonuna kadar çevirdiğimden emin değilim.

2018'de kitap, benim için özel öyküsünü anlatmak üzere geçmişten gelmiş sağlam bir belleğe dönüştü. Geçmiş bir yılın bazı ayrıntılarını Mark Pearson'ın "1968" şarkısını dinleyerek kitaptan hatırladım, daha doğrusu gördüm ve okudum.

Ancak kitap 1967'nin öyküsünü anlatıyordu, 1968'in değil. Fakat şimdi, ışık hızında haberleşen yeni bir dünyadayız. Farklı bağlantılardan 1968  yılına ve olaylarına anlık olarak erişmek mümkün.

Öte yandan, 1967'nin olayları gelmekte olan 1968 yılının işaretlerini taşıyor olmalı. Aşağıda 1968 Yıllığı seçmelerinden birkaçı var.

İç kapak fotoğrafındaki yüzlerin bir bölümünü bile zorlukla tanıyabiliyorum ama fotoğrafı tüm adlarla ve sosyal medya adresleriyle etiketleyerek paylaşmak ilginç olurdu.

Muhammet Ali (Cassius Clay), Svetlana Alliluyeva ve Jacqueline'i bir başka dokümanda birlikte bulmak mümkün olabilir mi?

Kablosuz telefon ve petrol sızıntısı geleceğin işaretleri miydi?

Margot Fonteyn ve Rudolf Nureyev'in dansı doğanın ve halkların aralarında ve birbirlerine karşı yaptıkları tüm dansları yansıtabilir mi?

....

YASEMİN PFORR

"Doğanın En Büyük Yanlışı: İnsan". Bu kısa yazıyı yazdıktan sonra kaç kere içimden bu gittikçe acımasızlaşan dünyadan kaçıp kurtulma isteği geldi, bilmiyorum. Yasemin Pforr da "Durun İnecek Var" demiş. Yaşamın ağırlaşan sorunlarını hissedenler az olmamalı. "Okuduğum Kitaplara Yaptığım Kısa Yorumlarım" başlığıyla yazan Duygu Songul Kahraman da, kitapta kendisinden çok ayrıntı bulduğunu, bu kitabın ona iyi geldiğini söylemiş.

Oysa İnternet'le tanıştığım yirminci yüzyılın son yıllarında, yeni yüzyıl için hiç de böyle bir resim belirmemişti aklımda. Çocukluğunu geride bırakmakta hep zorlanmış biri olarak, yüzleri ve bedenleri insana benzeyen bu tuhaf canlıların birbirleriyle ve doğayla barışabileceklerine, evrenle karanlığa ve ölüme değil ışığa ve yaşama dayanan ilişkiler kurabileceklerine hâlâ inanıyorum. Ama ne yazık ki gelişmeler pek de umduğum gibi olmadı. Çocukların ve gençlerin yüzleri güzel bir geleceğin umutlarıyla aydınlanamadı. Dünyanın yüzde doksan dokuzunun iyi ve güzel düşüncelerinin silinmesi için her şey yapıldı. Işık hızında iletişim, karanlığı her yere götürmek için kullanıldı. Oysa bu yeni çağda haklıdan ve iyiden yana olan güzel düşüncelerin ışık hızıyla çoğalıp yayılması, karanlığı yaşamın dışında bırakmaları gerekmez miydi? Ne yazık ki böyle olamadı. Milyarlarca insanın istekleri, dünyanın gerçek çıkarlarının gerekleri yok sayıldı. Uygarlığın güçlü araçları, dünyanın dengelerini koruyarak evrenle daha güzel bir ilişki kurmak için kullanılamadı.

Bu koşullarda "Her Çocuk Bir Tohum" diye düşünmekle kalmayıp düşüncesini verimli ve umut veren bir etkinliğe dönüştürmeyi başaran Yasemin Pforr'la tanışmış olmanın benim için büyük bir şans olduğunu, bana iyi geldiğini söyleyebilirim. Eğer Yasemin Pforr'lar birbirleriyle tanışmayı başarabilir, düşüncelerini buluşturup geliştirerek her biri kendi bulacakları yollardan ışık hızıyla dünyanın çeşitli yerlerine ulaşabilirse; bunun çocukların ve tüm insanların geleceği için de büyük bir şans olacağına kuşkum yok.





Bilgisayar ve İnternet dünyasıyla tanıştıktan sonra yaşamlarımız kadar düşünme ve yorumlama biçimlerimiz de epey değişmiş, değişiyor olmalı. Eski dünyada da Yasemin Pforr ile bir biçimde tanışabilir miydim, tanışsam bu tür bir yüz öyküsü yazar mıydım, yazabilir miydim bilmiyorum ama işte ışık hızında iletişim kurabildiğimiz bu yeni dünyada yazılmasalar bile yüz öyküleri her an yaşanıp çoğalıyor. Geçmişte belleğimizle kâğıtlar arasında akıp giden bilgiler ve anılar, artık ekranlara bakan gözlere dünyanın dört bir yanından uçup gelerek ulaşıyor. Daha da önemlisi, aklımızdaki kayıtların uçuculuğunda ya da sayfalarca yazılıp birikerek dağılan ve diğerlerinin arasında kaybolan yazılı notların erişilmezliğinde değil, elektronik bilgi araçlarının yer kaplamayan ve sınır tanımayan esnekliğinde birikiyor. Bunlar olmasa, Yasemin Pforr'u edebiyata ilgimiz nedeniyle tanıştığımız, insana ve dünyaya bakarken bazı ortak değerleri benimsediğimizi düşündüğüm, çocukların kutsallığına birlikte inandığımız, eğitimin insan olabilmek ve insanlığı korumak için ne kadar önemli olduğunu ayrı yerlerde geçen yaşamlarımızda ikimizin de anlayarak güzelliğe giden yollar aradığımız değerli bir dostum olarak tanımlamaya çalışır, ayrıntıları hatırlamakta zorlanırdım. Oysa şimdi, ışık hızında iletişim kurarak yazılan anıların kayıtlarına ulaşmanın yolları fazlasıyla var.




Bugün "Her Çocuk bir Tohum" ve "Kiltablet" gibi projelerle anılarımda saygın bir yer edinmiş olan Yasemin Pforr'la ilgili yaptığım bir arama, karşıma çok sayıda kayıt getiriyor.


İnternet dünyasında gezinmenin kolaylıkları kadar zorlukları da fazla. Bilginin çokluğu, yokluğu anlamına da gelebiliyor. İkili bağlantıları bu yüzden önemli buluyorum. Yasemin Pforr "oradan buradan her şeyden" demiş. Kitap yorumları ve öyküler için iki başlığı var. Son dönemde Toronto günlükleri yazıyor.

12 Ekim'de "Bir ayı devirdik" demiş.

Kiltablet "öykülerde yaşar hayat ve edebiyat" diyormuş.

http://kiltabletoyku.blogspot.com/
KİTAP TANITIMI
KAÇAN AYNA - Giovanni PaniniKUM KİTABI - Jorge Luis Borges
Öyküler - KRİKOR ZOHRAB
SOVYET MUTFAK SANATI( Yemek ve Hasret Anıları) - A...
DOST - Vüs'at O. Bener
BELGELERİM - Alejandro Zambra
SAKAL FELSEFESİ - Thomas S. Gowing
KADIN ÇİRKİNLİĞİNİN TARİHİ - Claudine Sagaert
VEJETARYEN - Han Kang
SÖYLEŞİ
Rüyalar da Fantastik Coğrafyalar Gibi - ONAT BAHADIR
Edebiyatın bir terazisi vardır! - CEMİL KAVUKÇU
“İçimdekilerin Çıkmasına Engel Olamadım” - DİLEK EMİR

Feryal Tilmaç "O zaman yaşasın çeşitlilik!" demiş.

https://plus.google.com/+YaseminPforr/posts/KnSprUcYvJu
Mar 13, 2017
Söyleşi konuğumuz Feryal Tilmaç “O zaman yaşasın çeşitlilik!” Nezir Suyugül • Biraz başa dönelim... Yazma serüveninizde öyküye yönelmenizin hikâyesini anlatabilir misiniz bize? Geriye bakıp düşününce biraz bulanı...
kiltabletoyku.blogspot.com.tr

https://kiltabletoyku.com/soylesi/o-zaman-yasasin-cesitlilik/
Söyleşi Konuğumuz Feryal Tilmaç “O zaman yaşasın çeşitlilik!”
Yazar Feryal Tilmaç · Mart 12, 2017
Yine bu geleneğin içindeki soy yazarlarımızı düşünürsek, okuma ve yazma serüveninizdeki yankılarını öğrenebilir miyiz?
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik, Sabahattin Ali, Leylâ Erbil, Haldun Taner, Oğuz Atay, Selim İleri, Necati Tosuner… Daha da sayabilirim doğrusu. Birbirleriyle hiç benzeşmeyen yazarlar var aralarında ama, bir arada müthiş bir zenginlik yaratıyorlar. Ben tam da bunu seviyorum. Hepsinden aldıklarım vardır ve hiçbirinden almadıklarım. Kendi bireysel tarihimden getirdiklerim. Ben ben olduğum için yazabildiklerim.

https://yaseminpforr.blogspot.com/2014/09/gunesle.html?m=0
oradan buradan her şeyden
13 Eylül 2014 Cumartesi
GÜNEŞLE
Dün akşam edebiyatımızın değerli isimleri Haydar Ergülen, Feryal Tilmaç ve Nalan Barbarosoğlu ile yemek yemek şansım oldu. Masanın diğer misafirleri, benim gibi yazmanın büyüsüne kapılmış, yazmayı ve okumayı daha iyi anlama çabasıyla bu hocalardan ders alan diğer kursiyerlerdi. Yuvarlak bir masanın etrafında hayat ve edebiyatla dolu bir gece...Ne mutluluk. Zaten edebiyat hayatın bir yansıması değil midir?
Satırları arasında kaybolduğunuz, sihirli kelimeleri ile sizi bir dünyadan öbürüne alabilen yazarlarla aynı sofrada oturmak ayrı bir keyif. Gayet gündelik bir sohbetin tonu bile edebi. Yarattıkları eserlerdeki mistik karakterlerin ardında sizin, benim gibi hayat gaileleri olan insanlar olmaları insanı şaşırtıyor bir anlığına. Komik tabii. Onlar da herkes gibi etten, kemikten bir insan. Ancak en basit olaya bile bakışlarında farklı bir derinlik var. Muhtemelen bu derin bakış onlara o sarsıcı cümleleri yazdıran.

Fanzin Apartmanı bir Kiltablet Fanzin söyleşisi yapmış.

http://fanzinapartmani.com/daha-yakindan-taniyalim-kiltablet-fanzin-soylesisi/
Fanzin, Haberler 11 Aralık 2017
Daha Yakından Tanıyalım: Kiltablet Fanzin Söyleşisi
Çocuklara yönelik yaptıkları çalışma da hayli keyifliydi. Şehir ve modernlik içinde “bir hikayesi olmak” yaşamsal açıdan her ne kadar güçleşse de hayatın anlık kesitlerinde gizli öykülerimiz. Ve geriye bu kesitleri yazmak ve Fanzin yapmak kalıyor. O zaman bir hikayemiz olabiliyor işte. Söyleşi için Elvan Arpacık ve Kil Tab Let ekibine teşekkür ederiz.

Merhaba, Kiltablet Fanzin uzun bir zamandır öykü ağırlıklı yayınını sürdürüyor. Bu ekip nasıl oluştu ve nasıl bir çalışma içinde?

Ekibin nüvesini birlikte atölye çalışması yapanlar oluşturdu. Gruba dışarıdan destek verenlerin yanı sıra sonradan katılanlar da oldu. Zaman içinde bir çalışma sistematiği kurulsa da gruptakilerin kimileri çalışma yaşamı, kimileri de yoğun bir  tempo içinde olduğundan her şey herkesçe paylaşılmaya, el birliğiyle yapılmaya çalışılıyor. Her sayının bir editörü ve belirlenen konusu var. Editörlük dönüşümlü olarak üstleniliyor. Ancak bu dönüşümlü editörlerin üstünde bir baş editörümüz daha var. Dönüşümlü editör, hazırlığın her aşamasında baş editörle birlikte çalışıyor. Kiltablet dışarıdan öykü yazmak isteyenlere açık. Gönderilen öyküler sayı editörü ve baş editörümüzce değerlendirilerek, olumlu-olumsuz görüşlerimizi ekiptekilerle paylaşıyor, ekip dışındaki yazarlarla iletişim kurmaya önem veriyoruz.

Yayın kulübünde "Bi silkinin yahu!" demiş Yasemin Pforr.

YASEMİN PFORR: Bi silkinin yahu!
Her bebek bir umut demek! Bi silkinin yahu! Kendinize gelin. Bir şeyin elinden, ucundan, kıyısından tutun. Çalışın, dışarı çıkın, sevdiklerinizle sarılın. Müziği, kitabı, sanatı eksik etmeyin hayatınızdan. Etrafınıza umutsuzluk tohumu ekmeyin. Ne olacak bu memleketin hali sohbetlerini bırakın, ne yapabilirim bu memleket için sohbetlerine dönün!


Yayın Kulübü, Türkiye'nin tüm değerlerine ve bireylerin özel yaşamlarına saygılı bir İnternet Haber Gazetesi olduğunu bildirmiş.

Edebiyat Haberleri 21.03.2017'de şöyle demiş:

"Her Çocuk Bir Tohum Projesi'nin kurucusu ve yürütücüsü Yasemin Pforr, kütüphanesi olmayan okullarda kütüphane kurma hayaliyle yola çıkarak, gönüllü öğretmenlerle okullara kütüphaneler kuran diğer bir isim oldu."







Dört bir yandaki çocukların kitaplarla ve sanatla buluşup geleceği kucaklayabilmesi için, kaç "Her Çocuk Bir Tohum" ekibi kurulmalıdır? 

....

Geçmişi hatırlamak bugünü anlamak ve geleceği görmek olabilir mi? 1968'den 2068'e, her nokta arasında elli yıl olan çizgiler çizmek mümkün müdür? 2000-32'den 2000+68'e, iki "2000+X" arasına? Çocuklarımızın elli yıl sonra nasıl bir dünyada yaşayacakları, bugün ne yaptığımıza mı bağlıdır?

Facebook ve Twitter gibi ortamlardaki uçucu bilgi parçaları, daha güzel bir gelecek getirebilirler mi?

23 Aralık 2017 Cumartesi

Dimitriy Şostakoviç


Günün birinde Dimitriy Şostakoviç hakkında bir yüz öyküsü yazacağım aklımın en uzak köşesinden bile geçmezdi. Çağımızın sürprizlerinden biri daha işte.


Tevfik Çavdar'ın bir kitabını (1) arıyordum. Karşıma Şostakoviç'in tarihe tanıklığı (2) çıktı. Yaşamlarımızda beş duyumuzun her birinin çok özel ve önemli anlamları olduğunu, ama en büyük anlamı beyin duyumuzla (3) kazandığımızı düşünüyorum. İnsanların çoğu baktığını göremese, duyduğunu anlayamasa bile; görsel ve işitsel bağların dünyayla ilişkimizde çok özel bir yeri var. Doğayla kurduğumuz bağlar, koklayarak ve tadarak farklı bir boyuta çıkıyor. Dokunmak ise apayrı bir duygu, yaşamak dokunmaktır, dokunmak yaşamak. Suya ve havaya, otlara ve toprağa, kumlara ve denize, havaya ve evrene, en çok da doğaya ve birbirine dokunmak. Yaşamak, yaşamak, yeniden yaşamak, ölüp ölüp yaşamak, yeniden doğmaktır.


Şostakoviç'in adını ilk kez bir senfonisini plaktan dinlediğimde duymuş olmalıyım. Evet, birçok gencin ıssız adam (4) Alper kullanırken görüp Ayla Dikmen'in Anlamazdın şarkısıyla birlikte (5) tanıştığı pikaplar, eskiden yaygın olarak kullanılıyordu. Filmde Ada'nın aradığı kitabı bulup veren Alper, ona bir de plak dinletince aralarındaki ilişkinin akışı değişir.

Pikapların sisteminin manyetik ve sayısal örneklemeye göre daha iyi ve nitelikli olduğu, ses inceliklerini aslına çok yakın verebildiği söylenir. Önemli bir özellik de, müzikle bir nesne (plak) arasında dolaysız bir ilişki kurulmuş olmasıydı. Müzik, o siyah yuvarlağın üzerine yazılmıştı, elle tutulabiliyordu. Müziğin bu özelliği CD'lerden sonra kayboldu. MP3 çalardaki, USB'deki ya da akıllı telefondaki müzikler; artık onları çalan cihazdan bağımsız, özgün renkleri ve biçimleri olan ayrı nesneler değil.

Günün birinde Dimitriy Şostakoviç hakkında bir yüz öyküsü yazacağım aklımın en uzak köşesinden bile geçmezdi. Ama Dimitriy Şostakoviç'i tanımanın, çağımızı anlamayı sağlayabileceğini her zaman düşünebilirdim.

....


Bir zamanlar gördüğüm o plakta Şostakoviç'in bir fotoğrafı var mıydı, bilmiyorum. Popüler şarkıcıların görüntülerine magazin dergilerinde, kartpostallarda kolaylıkla ulaşılabiliyordu. Sanat tarihinde önemli yeri olan kişilerin adlarını duyabilmek içinse, özel çabalar gerekiyordu. Belki bu durum bugün de pek değişmemiştir.


Beethoven'ın gündemin ilk sırasına oturma olasılığı, Lady Gaga'ya göre çok düşük olabilir. (6) Ya da Joan Baez'in müziğinin aranan şarkıcıların arasına girmesi.


Peki bu listeye girmek Fletcher'a müziğinin daha geniş kesimlere ulaşması için ne kadar katkı sağlamıştır? (7) Yine de şunu kolaylıkla söyleyebiliriz ki, yönetimlerin bilgiye erişimi engellemeyi kendi geleceklerinin güvencesi olarak gördüğü yerlerde bazı zorlukları olsa da, Şostakoviç'le ya da herhangi bir sanatçıyla ilgili işitselgörsel ve yazılı kaynaklara ulaşmak artık çok kolay. (8) Sınırları olmayan ve her geçen gün yeni eklemelerle gelişen kaynak okyanusu, ne aradığını bilen ve bulduklarını değerlendirebilecek olanlar için evrenin sonsuzluğunun kapılarını açıyor.


Şostakoviç'i tanımak için 1917'ye gitmek yanlış olmaz sanırım. Yüz yıl öncesini hatırlatan 12. Senfoni'nin (9,10) ezgilerini dinlemek, Dimitri'nin müziğine, yaşamına, düşüncelerine, yaklaşımlarına, seçimlerine, başardıklarını ve başaramadıklarını görüp anlamaya gidecek yoldaki ilk adım olabilir. Kuşkusuz hemen onunla birlikte, belki de en çok tanınan yapıtı olan valsin (11,12) keyifli yolculuğuna çıkılmalıdır. ikinci Vals'in Şostokaviç'e ait olduğuna inanmakta güçlük çektiğimi de söylemeliyim. Ama Ekim Devrimi'nden Leningrad'a (13) uzanan bir yaşam yolculuğuna valslerin de girmesine şaşırmanın, haklı bir nedeni olabilir mi?

Bir müzik insanına ulaşmanın yolu notalar mıdır, zamanda akıp giden sesler ve görüntüler midir?

Yoksa yine de sözcükler midir, bir başka yaşamı ve onun düşüncelerle sürekli değişen dünyasını anlamanın tek kesin yolu?

....


Günümüz koşullarında bilgiye ulaşmak için aralayıp dışarıya ve geçmişin derinliklerine açılabileceğimiz ilk kapı İnternet. Örneğin Wikipedia; "Dmitri Dmitriyevich Shostakovich" için "Rus besteci ve piyanist" olduğunu, 20. yüzyılın en büyük bestecilerinden biri olarak kabul edildiğini söylüyor. (14) Ancak içeriğine ne İngilizce, ne de Türkçe olarak ulaşılamıyor. Neden acaba? Neyse ki IMDB kayıtlarından epey bilgi alabiliyorsunuz. Ama bestecinin akciğer kanserinden mi, kalp krizinden mi öldüğüne karar veremiyorsunuz.

"Dmitri Shostakovich, Biyografi. Doğumu Eylül 25, 1906. St. Petersburg, Rus İmparatorluğu; şimdiki Rusya. Ölümü Ağustos 9, 1975. Moskova, SSCB; şimdi Rusya. Akciğer kanseri. Doğumdaki adı Dmitry Dmitriyevich Shostakovich."

"Dmitri Shostakovich, Rus kültürünün en çok beğeni toplayan entelektüellerinden biridir."


"Müzikleri yüzden fazla filmde yer almış uluslararası tanınan bir bestecidir."

"Dmitri Boleslavovich Shostakovich ve piyanist Sofia Kokaoulina'nın üç çocuğunun ikincisidir."

"Üzerinde en büyük etkiyi yapanlar Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven ve Modest Mussorgsky'dir."

"1919-1925 arasında Leningrad (St. Petersburg) konservatuarında piyano ve komposizisyon çalışmıştır."

"1929'da yazar Vladimir Mayakovsky, sanatçı (ressam, heykeltraş, fotoğrafçı ve grafik tasarımcı) Alexander Rodchenko ve yönetmen Vsevolod Meyerhold ile birlikte çalışmıştır."

"1941'de Nazi Almanyası ve müttefikleri Sovyetler Birliği'ni işgal etmişler, Almanya ve Finlandiya kuvvetleri Leningrad'ı kuşatmışlardır. Kuşatma altındaki Kenti savunanlar ve siviller, kuşatma güçleri yiyecek ve enerji tedarik kaynaklarını kestiği için kötü bir yazgıya mahkum edilmişlerdir. Kısa sürede kentteki kuş ve evcil hayvan popülasyonu, hatta fareler yenmiş, çok geçmeden açlık ve besin yokluğu nedeniyle insan eti yendiği duyulmuştur. Leningrad kuşatması; o yılın Aralık ayı itibariyle günde ortalama dört ile altı bin arasında insanın açlık, hastalık, top ateşi, bombardıman ve diğer nedenlerle ölmesine neden olacak kadar sıkıdır."

"Kuşatmanın ilk aylarında Shostakovich Leningrad'daydı. İlk bombardımanlarda hayatta kalmayı başardı ve yoğun Alman bombardımanları sonrasında yangınları söndürmeye çalışan 'gece nöbeti' devriyesine katıldı. Hava saldırıları ve top atışlarıyla yapılan bombardımanlar sonrasındaki ender sessiz anlarda Shostakovich piyanosuna geri dönerek yeni müzikler besteliyordu. 1941 sonunda kuşatma altındaki kentten ayrılabilmesi sağlandı."

"Kuşatma altındayken Nazi hava ve kara saldırıları sırasında bestelemeye başladığı Yedinci 'Leningrad' Senfonisi, onun ulusal ve uluslararası ölçekte tanınmasını sağlayan başyapıtı oldu. Müziği, hayatta kalabilmek için mücadele ettikleri bir dönemde, Leningrad sakinlerinin morallerini yüksek tutabilmeleri için katkı sağladı."

"Shostakovich ve Yevgeny Yevtushenko, Yevtushenko'nun şiirlerinin sesli bir düzenlemesi olan 'Babi Yar' başlıklı ünlü 13. Senfoni üzerinde birlikte çalıştı."

"Dmitri Shostakovich, 20.yüzyıl Rus müziğinin, 'Sergei Prokofiev (I)' ve Aram Khachaturyan ile birlikte en önde gelen isimlerinden biriydi. Beşinci (1937), Yedinci 'Leningrad' (1942) ve On Üçüncü 'Baby Yar' (1952) senfonileri en çok tanınanlar olmak üzere; on beş senfoni yazdı."

"Shostakovich 9 Ağustos 1975'te kalp krizinden öldü."

"Bıraktığı miras, oğlu besteci Maxim Shostakovich ve torunu piyanist Dmitri Shostakovich Jr. tarafından sürdürülmektedir." (15)

....


1965'te doğan Hasan Uçarsu 11 yaşında İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda flüt eğitimine başlamış. Eğitimini Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı bestecilik bölümünde sürdürmüş. Çeşitli dönemlerde Ahmed Adnan Saygun, ve Cengiz Tanç ile çalışmış; Cemal Reşit Rey, Bülent Tarcan, İlhan Usmanbaş ve Afşar Timuçin'in derslerinde bulunmuş. (16,17)

....


Bir besteci nasıl tanınır? Müziğine mi, fotoğraflarına mı, kendi yazdıklarına mı hakkında yazılmış olanlara mı, kitaplara mı filmlere mi bakmalıyız?

Hasan Uçarsu, "Stalin ve Müzik" başlığıyla yazmış.

"Shostakovich 1906'da St. Petersburg'da dünyaya gelir; 11 yaşına geldiğinde Ekim Devrimi gerçekleşir."

"Yeni bir toplum, yeni bir kültür, burjuva değerlerinden daha farklı bir dinamik yaratmak amacıyla yola çıkan 1917 devrimi aynı şeyi sanatta da uygulamaya çalışır. 1920'lerde müzik sanatının önde gelen bestecileri, icracıları Rusya'ya davet edilir."

Besteciler Birliği'nin 1948'deki eleştirilerinden de söz etmiş:

"Durum çok korkutucudur. Gerekli önlemler alınmalıdır." (18)

Şostakoviç 1906'da dünyaya gelmiş, 11 yaşına geldiğinde Ekim Devrimi olmuş. Bu durumda aradan kaç yıl geçmiş oluyor? Değişen dünya ve geçen zamanda, Şostakoviç ve Ekim Devrimi nasıl bir yerde duruyor? Şostakoviç'in müzikleri karanlığın ve savaşın acılarını mı, ışığın ve barışın valslerini mi anlatıyor?

....

Şostakoviç piyanosunun başında çalışırken, 1950. Fotoğraf: Sovfoto/Universal Images Group/Rex    
Şostakoviç'in yüzü, kuşkusuz öncelikle aydınlık bir müziktir benim için. 20. yüzyılın umutlu acılarını, ışığı ararken karşılaştığı karanlıkları anlatan. Senfonilerinden yükselen ürkütücü seslerdeki şaşırtıcı bir korku ve kaosla birlikte; inanılmaz bir cesaret ve uyumu, insanın ve yaşamın tüm güzelliğini de taşıyan.

Acaba Şostakoviç'le de konuşmuş mudur Fazıl Say kitabında? (19)





1. Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Yüzyılına Romanın Tanıklığı, http://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiyenin-yuzyilina-romanin-tanikligi/106599.html
2. Dimitriy Şostakoviç, Tarihe Tanıklığım, www.yazilama.com/urun/bir-sovyet-sanatcisi-olarak-tarihe-tanikligim/
3. Mehmet Arat, Beyin Duyusu, http://lalabeyoykuleri.blogspot.com.tr/2015/09/beyin-duyusu.html
4. Çağan Irmak, Issız Adam, http://www.beyazperde.com/filmler/film-144018/
5. Ayla Dikmen, Anlamazdın, http://www.dailymotion.com/video/x7e10q
6. Popular Artists - 2017, http://www.billboard.com/artists/top-100
7. 21 Musicians We Want to Hear From in 2017, http://time.com/4607341/music-artists-2017-preview/
8. Dimitriy Şostakoviç, www.google.com.tr/search?q=shostakovich
9. Evgeny Mravinsky - Shostakovich, Symphony No.12 "1917", http://www.youtube.com/watch?v=TqOfvcd7hqY
10. Eugenio Carreno Orquesta Sinfónica Juvenil Inocente Carreño, Shostakovich: Sinfonia No. 12, http://www.youtube.com/watch?v=cIOVq6dHdzk
11. Dmitri Shostakovich, The Second Waltz, www.youtube.com/watch?v=F_rY7fpzNC0
12. André Rieu - The Second Waltz (Shostakovich), www.youtube.com/watch?v=vauo4o-ExoY
13. Marin Alsop, hr-Sinfonieorchester – Frankfurt Radio Symphony, Schostakowitsch 7. Sinfonie (Leningrader), http://www.youtube.com/watch?v=_z8TZjcqYhY
14. Dmitri Shostakovich, en.wikipedia.org/wiki/Dmitri_Shostakovich
15. Dmitri Shostakovich Biography, http://www.imdb.com/name/nm0006291/bio, Erişim: 05.11.2017
16. Hasan Uçarsu, www.hasanucarsu.com
17. Hasan Uçarsu; Çığlıklar, Anılar ve Küçük Bir Düş (6.30-8.43) Bilkent Akademi Senfoni Orkestrası, E. Erdinç; http://www.hasanucarsu.com/filestr/Cigliklar,%20Anilar%20ve%20Kucuk%20Bir%20Dus.mp3
18. Hasan Uçarsu, Stalin ve Müzik: Shostakovic Olayı, http://www.obarsiv.com/guncel_vct_0405_hasanucarsu.html
19. Fazıl Say, Akılla Bir Konuşmam Oldu, http://www.dr.com.tr/Kitap/Akilla-Bir-Konusmam-Oldu/Edebiyat/Deneme-Yazin/urunno=0001727847001

12 Eylül 2017 Salı

Meral Kumral

Bizi Meral Kumral'la (1) Don Kişot tanıştırmış. Bulabildiğim en eski tarihli kayıt 09/24/13 günü öğleden sonra tam 3:06'da belirmiş. Buradaki gün, 2013 yılının 24. ayının 9. günü değil. Nedense tarih formatı AA/GG/YY olarak ayarlanmış. Biraz karışıklık yaratıyor ama değiştirmek için uğraşamadım. 21. yüzyılın biz zavallı bireyleri o kadar meşgulüz ki! Soluk alma zamanımız bile sınırlı. Bir saniye içinde ikinci soluğun gelmesi, üçüncününse daha çabuk alınması gerekiyor. Dördüncü, beşinci ve sonrakiler de gittikçe hızlanmalı. Her yeni soluk, bir rekor kırmalı. Beklemeye, sıradanlığın tuzağına düşmeye katlanamayız. Bir an bile yerimizde durmamalı, yürümeli, koşmalı, uçmalıyız. Uyumanın ve düşünmenin zamanı boşa harcamak olduğunu bilerek, bu gereksiz etkinliklere harcadığımız zamanı sürekli azaltmalıyız. Yaşamak ışık hızına yetişmek, onu geçmektir. Evrende ne varsa hepsini aşmalı, erişilmez bir sonsuzluğa ulaşmalıyız. Bu soylu uğraşta üç beş harfin yanlış kullanılması, konuşurken vurguların bambaşka yönlere kayması, eklerin ve bağlaçların doğru kullanımına artık rastlanmaması bir önem taşıyabilir mi? Bunları düzeltmenin büyük yarışı kazanmamızda katkısı olabilir mi? Yeni yollar açmak için uğraşacak yerde önümüze serilmiş duble seçeneklerin peşine takılıvermek daha kolay değil mi? Böylece hem bugünü rahat yaşamanın, hem de yarınları düşünmeden keyfimize bakmanın güzelliğine kavuşmaz mıyız?

Bizi Meral Kumral'la Don Kişot tanıştırmış. Tarihlere pek önem vermemiş. 21. yüzyılda bile şövalye dostlarını ve dünyayı kurtarmak için üzerlerine yürüyerek kahramanlık yapabileceği yeni yeldeğirmenlerini aramış. Galiba kahramanlığının yeni hedeflerini; doğru ve anlamlı söylenen her söze acımasızca saldırarak bu sözleri edenleri önce paylaşım ortamından, sonra evrenden silmek isteyen trol orduları arasında bulmuş.Ne zaman ve ne için yaptığını pek düşünmeden onurlu bir duruş sergilemeye, kendisi ve dostları için bir hak ve adalet zaferi kazanmaya çalışmış.

Bizi Meral Kumral'la Don Kişot tanıştırmış. Yeni bir iletişim ortamında sözlerin büyüsüyle gelecek yeni dünyaların kapısını aralamış.

....

Meral Kumral'la tanıştıktan sonra tanık olduğumuz gelişmelere bakıp kısaca özetleyecek olursak, galiba şöyle olmuş: Don Kişot olmanın bedeli her geçen gün daha ağırlaşmış. Düşündüğünü savunmak acımasızca cezalandırılmış. Üstlerine gelinince "Yeldeğirmenleriyle uğraşmak bana mı kaldı?" diyenler olmuş. Yine de Don Kişot'ların sayısı azalmamış, artmış. Don Kişot için sergiler bile açılmış. (2)

....


"DON KİŞOT OLMAK!" diye bir başlık atmış Meral Kumral.

"İş dünyasının -her alanda- 'artist'lere değil; bir ideal uğruna devrim yaratacak 'Don Kişotlar'a ihtiyacı var!!!" demiş. Şu açıklamayı yapmış:

" 'Cervantes'in ünlü romanı 'Don Kişot', sinemada genellikle bir delinin hikâyesi gibi yansıtılır ne yazık ki! Romanı okuyanlar da yine çoğunlukla kitabı; 'yeldeğirmenleriyle boşuna bir çabayla savaşan bir kaçığın, zavallının hikâyesi' diye özetler... Kimse bu trajikomik hikâyede derinlerde yazarın ifade etmek istediğinin; umutsuzca da olsa çabalamanın, dışarıdan nasıl görünürse görünsün yapmak istediğinin, ideallerinin, doğruların peşinden gitmenin herkesin harcı olmadığını, özetle: şövalyeliğin ya da bu ruha sahip olmanın her durum ve koşulda ancak delice bir inat ve 'sonsuz yalnızlığı' seçerek mümkün olduğunu; herkesin de bunu göze alamayacağını anlatmak istediğini görmek istemez ya da göremez... Görmek, çoğunluğun kendisiyle yüzleşmesidir çünkü. O nedenle Don Kişot olmak yürek ister... Çoğunluk tarafından delilik diye adlandırılan, herkese bahşedilmemiş soylu bir şövalye ruhu ister...Bu ruhu taşıyan ve bir amaç uğruna savaşan şövalye ruhlu Don Kişotlar'a bin selam olsun!.."



24 Eylül 2013'te saat 15:06'da LinkedIn "Tebrikler! Meral Kumral ile bağlantı kurdunuz" demiş. Ama bizi asıl Don Kişot, şöyle tanıştırmış:


25.09.2013, Mehmet Arat, 18:57'de şu mesajı gönderdi:
        Günümüzde Don Kişot olmak çok daha fazla cesaret istiyor.
        "Don Kişot giremez!" görselinin kaynağını merak ettim.


25.09.2013, Meral Kumral, 20:27'de şu mesajı gönderdi:
        Size katılıyorum.Günümüz koşulları kişinin "kendisi" olma yolunda büyük bir engel oluşturuyor.
        Don Kişot görselini sanırım facebook üzerinden temin ettim. Hatırlamıyorum. Resim arşivimde bulunuyordu...


Yeni çağın gereklerine uygun olarak, tanışmak paylaşmak olmuş.

"Her bilgiye kolaylıkla ulaşabileceğimiz içinde bulunduğumuz bu 'digital (!) çağda  'elimde şu dosyalar var; şu şu programları mail adresini verenlerle paylaşabilirim.' türünden paylaşımlara neden şüpheyle bakıyorum anlayamadım. Birden herkes 'paylaşımcı' ruha sahip 'iyi' insan olmaya mı karar verdi, yoksa ben mi kötü niyetliyim bilemedim..."


Yaşamımıza başkalarını beğenmenin yeni yolları girmiş. Meral Kumral yorumlamış.


Eyvaah! Yorumlara da 'beğen' butonunu koymuşlar. Böyle iyiydi. Şimdi 'gerçekten beğenenler'le; 'o benim yorumumu beğenmiş ben de onunkini beğeneyim bari' 'yav adamakıllı laf etmemiş ama beğenmezsem olmaz' 'şu adamın -kadının- yorumlarını hep beğeneyim, yakında iş yapacağız lazım olur' şeklinde düşünenlerin değerlendirmeleri birbirine karışacak..."


Kuşkusuz karışmıştır da. Ama herkes başkalarına laf yetiştirmekle, beğenip beğenilmeye çalışmakla o kadar meşguldür ki; neyin kime karıştığının kimse farkına varmamıştır. Meral Kumral paylaşımlarını ve eğitimlerini sürdürür.


    "Bir Ben mi Yalnızım?" İletişim Teknikleri ve İlişki Kurma
    “İşte Profesyonellik” Olumlu İş İlişkileri ve Kurumsallaşma
    “Fark Yaratmak” Etkili Konuşma ve İş' te Doğru İletişim
    “Neden Anlaşamıyoruz” Doğru İletişim- Güzel Konuşma ve Diksiyon
    “Her Şeyin Bir Adabı Var” İletişim ve Davranışta Doğrular-
    “Sıra Sende Yapabilirsin” Topluluk Önünde Konuşma ve Sunum Teknikleri
    “Anlaşan Dilimiz Konuşan Bedenimiz” Etkili İletişim ve Beden Dilini Doğru Kullanma
    “Martılar Nasıl Konuşur” Dil Yanlışları ve Anlatım Bozuklukları



    “Yazmasam Deli Olacaktım” Yaratıcı Yazarlık
    "Mumlar Kimin İçin Yanıyor” Tiyatro Drama ve Oyunculuk
    Sosyal Medyanın Arsız İzdüşümü: "Afili Yalnızlık"
    Nefes Terapisi ve Doğru Nefes
    Ses ve Tonlama
    Fonetik ve Artikülasyon (3)
    Türkçe Sözlü Anlatım
    Türkçe Dilbilgisi Kuralları Eğitimi
    Sözcük Bilgisiyle Doğru Türkçe ve Vurgu
    Metin Seslendirmesi (Metnin Doğru Yorumuyla Okunması)
    Yaratıcı Drama ve Drama Teknikleriyle Sorun Çözme



"Toprağı hiç çapalamamış birinin başka birine nasıl ekim yapılacağını anlattığını düşleyin, bu durum size anlamlı geliyor mu? Şu an eğitim fakültelerinde isminin önünde birçok ünvan barındıran akademisyenlerin birçoğu, yaşamları boyunca hiç öğretmenlik yapmadan öğretmen yetiştirmeye çalışıyor."



"Temel neden para ve iş güvencesi. Akademisyenler kadro almak istiyorlar ve kadro almak da bir bakıma hakemli dergide yayımlanmış kaç tane makalenizin olduğuna bağlı. Kadro komisyonları, bir akademisyenin 'olgun' araştırmalar yapıp yapmayacağını ölçerken, bu yayınları delil gösteriyorlar.

Maalesef, bugün yayımlanan makalelerin çoğunluğu, bir profesörün kavramsallaştırdığı gibi, 'yaratıcı intihallerden' fazlası değil."


"Hayat entropi ile savaşmaktan ibarettir.
Yatak dağılır biz toplarız, uçuşan tozlar sehpaya konar biz sileriz.
Yediğimiz yemek birkaç saat dayanır, yine acıkırız.
Sevgimizin aşkımızın bile şiddeti azalır. Bitmemesi için uğraşırız.
Her şey biter bozulur ama biz aynı kalması için çırpınırız. Sonunda yine entropi kazanır.
Bizi yaşlanınca, az enerjik ve çok buruşuk bir haldeyken alt eder.
İnsan hayatında, sosyal ilişkilerde ve hatta medeniyet ölçeğinde bir tek yönde durdurulamaz bozulma var.
Devletler yıkılır, sistemler çöker, insanlar ölür, hava kirlenir, hiçbir şey hiçbir zaman eskisi kadar tat vermez. Adeta fiziksel bir kanun gibidir ve her daim geçerlidir.
Entropinin varlığının bilincinde olarak mutlu olmak adeta imkansızdır."


Yeni dünyanın yeni araçlarını iyi kullanmayı öğrenmemiz epey zaman alacağa benziyor. Ama işin bir de hüzünlü yanı var. Yazmaya çalışıp yazdıklarının hiç değilse görülmesini uman insanlar. Yüzlerce mi, binlerce mi, milyonlarca mı?

Meral Kumral epey önce yazmış.








"Yazı yazmakla yazar olunmayacağını siz de bilirsiniz Mehmet Bey! Her blogu olup da 'içini döken' ya da oradan buradan 'kopyalanmış' yazılarla kendini göstermeye çalışanların kendilerinden 'yazar' diye söz etmesini; edebi değer taşıyan eserler üreten ve 'ne yazdığını' bilen gerçek yazarlara edilmiş bir 'küfür' sayarım. Yazı yazmak başka bir şey, 'yazar' olmak başka. Günümüzde yazar 'kumaşı' olan kişi yazdıklarını okutabilmek için hala mücadele vermektedir... Maalesef  'makinelerin' insan üzerindeki hakimiyetinin giderek arttığı bu düzende 'yalın' kalabilmek de zor. Konuyla ilgili olarak yeri gelmişken çok sevdiğim bir sözü tekrar paylaşmak istiyorum. 'At izi it izine karıştı' yani!"

"Yazmanın zor yollarından geçmiş biri, bu işin aslında okumaya dayandığını bilir. Geçmişte şiir okuyandan çok yazan olduğu söylenirdi. Bu hızlı paylaşım ortamında,  İnternet'te hızla dağılan sayfaları da okuyandan çok yazan olabilir. Daha kötüsü, dikkat çektiğiniz aceleyle, belirli bir tutarlılığı olmadan yazılan, paylaşılan, kopyalanıp yapıştırılan malzemelerin hızla artması sorunu. Bu kalabalıkta elmaslar varsa bile onları bulup görebilmek hiç kolay değil. Benim hüzünlü bulduğum, içtenlikle ve çaba harcayarak yazmaya çalışıp umutsuzca anlaşılmayı bekleyen duyarlı insanların durumu."

"Size katılıyorum. Benim de yazmaya yetenekli öğrencilerime çoğunlukla söylediğim bir şeydir: 'Yazmaktan çok, öncelikle deli gibi okumak; kelimeleriniz zihninizde "yeter artık yol ver bana' diyene kadar okumak gerekir. Sonrası bir dürtüdür zaten. Kendinizi elinizde bir kalemle ya da klavyenin başında bulursunuz" derim hep... Geçmişte olduğu gibi şimdi de 'yazar' çok, 'okur' yok Mehmet Bey...  Bir türlü 'okur-yazar' olamadık gitti. Aradaki tek fark; edebi değer taşıyıp taşımadığı. Geçmişte en azından 'okunmaya değer' eserler çoğunluktaydı. Şimdi (birkaç isim hariç) yazılanların birçoğu 'saç baş yolduran' cinsten..."

....

Düşünmek üstüne yazmış. Yazmak üstüne düşünmüş. Okumuş, izlemiş, paylaşmış.







....

Paylaşımlarını başka ortamlarda da sürdürmüş, bağlarını korumak istemiş.



....

Günün birinde Meral Kumral ve Mehmet Arat bir kutlama yapmışlar.

....

Sözle ve yazıyla gelişen dostluklara Don Kişot'un da büyük katkısının olduğunu söylemek yanlış olur mu?

1. Meral Kumral, www.linkedin.com/in/mimkelam/
2. "DON KİŞOT'UN İZLERİ/THE TRACES OF DON QUİXOTE" SERGİSİ, www.facebook.com/media/set/?set=a.804200783036785.1073741854.579216925535173&type=3
3.Meral Kumral, Sesli sessiz ayrımı-Artikülasyon, www.youtube.com/watch?v=IhTZoUhL7J0